İnsanları Hüsrandan Kurtaran On Hasletin Mahiyeti
MUHADDİS İbn Hacer El Askalânî ‘El Münebbihat’ isimli eserinde, insanları hüsrandan kurtaran hasletleri izah ederken, insanların en hayırlısı Hz Ebû Bekir-i Sıddık’ın (ra) şöyle dediğini ifade etmektedir:
“Allah (cc), kime şu on hasleti vermişse o kul mutlaka bütün afet ve belalardan kurtulur. Zaman içerisinde mukarriblerin derecesine ulaşır ve muttaki vasfına nail olur:
* Daimi sıdk (doğruluk) ile beraber, kanaatkâr kalp
*Kâmil bir sabır ile beraber, daimi şükür
* Zühd ile beraber, daimi fakirlik
* Aç bir karın ile beraber, daimi tefekkür
* Muttasıl (devamlı) havf (korku) ile beraber, daimi hüzün (mahzuniyet)
*Tevazu ile beraber, daimi cehd-ü gayret (çabalama)
* Merhametle beraber, daimi rıfk (şefkat)
* Hayâ ile beraber, daimi muhabbet (Allah sevgisi)
* Faydalı ilimle beraber, daimi hilm
* Sebatlı (güvenli) bir akılla beraber, daimi iman”
“Allah (cc), kime şu on hasleti vermişse o kul mutlaka bütün afet ve belalardan kurtulur. Zaman içerisinde mukarriblerin derecesine ulaşır ve muttaki vasfına nail olur:
* Daimi sıdk (doğruluk) ile beraber, kanaatkâr kalp
*Kâmil bir sabır ile beraber, daimi şükür
* Zühd ile beraber, daimi fakirlik
* Aç bir karın ile beraber, daimi tefekkür
* Muttasıl (devamlı) havf (korku) ile beraber, daimi hüzün (mahzuniyet)
*Tevazu ile beraber, daimi cehd-ü gayret (çabalama)
* Merhametle beraber, daimi rıfk (şefkat)
* Hayâ ile beraber, daimi muhabbet (Allah sevgisi)
* Faydalı ilimle beraber, daimi hilm
* Sebatlı (güvenli) bir akılla beraber, daimi iman”
***
Daimi Bir Sıdk (Doğruluk) İle Beraber, Kanaatkâr Kalp:
*
Sıdk lügatta; doğruluk, dürüstlük, özde, sözde, niyette, halde… hasılı her şeyde dosdoğru olmaktır. Şakasına bile olsa, hiçbir zaman yalanın olmadığı ve kabul edilmediği en doğru olma halidir.
Sıdk; hakkın gölgesinde kalarak, için ve dışın bir olması ve birbirine uymasıdır. Zira doğrulukta esas olan inanç, niyet ve amel uyumudur.
Peygamberler makamının ortak sıfatı olan sıdk; İslam’ın olmazsa olmaz hayat düsturudur. Allah Teâlâ’nın razı olup, sevip beğendiği ve tüm peygamberlere emrettiği nebevî bir sıfattır. Allah Azze ve Celle bir anlık doğruluğu değil, bilakis hayatın her anında doğru olmayı emretmektedir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd, 112)
İslam, doğruluk demektir. Nitekim iman; doğru olanı tasdik etmek, İslam ise doğruluğu hayata hâkim kılmaktır.
İnsan fıtratı gereği, ancak doğru olduğu sürece huzur-u kalp ile mutluluğu yakalayabilir. Allah Rasûlü (sas) hatırlatıyor: “Kalp doğruluktan mutmain olur.” (Tirmizi, 2520)
Sıdk öyle bir değerdir ki, kulu Allah (cc)’ın rızasına ve dolayısıyla cennete taşıyan dosdoğru yoldur. Abdullah İbn Mes’ud (ra) anlatıyor: “Rasûlullah (sas) buyurdular ki: “Sıdk insanı birr’e (Allah’ı razı edecek iyiliğe) götürür, birr de cennete götürür. Kişi, doğru söyler ve doğruyu arar da sonunda Allah’ın indinde sıddık (doğru sözlü) diye kaydedilir. Yalan da kişiyi haddi aşmaya götürür. Haddi aşmak da ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı araştırır da sonunda Allah’ın indinde yalancı diye kaydedilir.” (Buhari, Edeb, 69)
Doğruluk amelden önce gelen ve ondan evlâ olan bir haldir. Zira ancak doğru olan bir öz ile yapılan amel Rahman’ın katında muteberdir. Hz. Ömer (ra) anlatıyor: “Allah Rasûlü (sas)’nü şöyle buyururken işittim: “Kişinin namazı yahut orucu seni aldatmasın, ancak konuştuğunda doğru söyleyip söylemediğine, kendisine bir şey teslim edildiğinde onu teslim edip etmediğine ve dünyalığa mazhar olduğunda ondan istiğna edip etmediğine bak.” (İbn Hacer, Metâlibü’l Âliye, 2608)
Enes (ra)’in rivayet ettiği diğer bir hadislerinde ise Rasûlullah (sas) buyurdu: “Benim için altı şeye kefil olun, bende sizin için cennete kefil olurum.” Ashab-ı Kiram; “Bunlar nedir Yâ Rasûlallah?” diye sorunca, şöyle buyurdu: “Konuştuğunuz zaman yalan söylemeyin; söz verdiğiniz zaman sözünüzden caymayın; size bir şey emanet edildiğinde o emanete hıyanet etmeyin; gözlerinizi haramdan sakının; ferçlerinizi haramdan muhafaza edin ve elinizi haramdan uzak tutun.” (İbn Hacer, Metâlibü’l Âliye, 2610)
Müslüman şahsiyete yakışan; doğru olmak ve doğruda kalmaktır. Zira doğru olmak, insan olabilmenin şartıdır. Doğru kalabilmenin adresini ise Rab Teâlâ şöyle gösteriyor: “Ey iman Edenler! Allah’tan ittika edin (sakının) ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe, 119)
Görüldüğü gibi, bir mü’min olarak verilen bütün sözlerin yerine getirilebilmesi; muvahhit Müslümanların oluşturacakları cemaatle beraber olmaya bağlanmıştır.
Kul bir anlık hata ile günah işlemiş olsa, asla doğruluktan ayrılmayıp, hatasını itiraf ederek Hakkın gölgesinde kalmalıdır. Unutulmamalıdır ki, günahkâr kul için asla kapanmayan ve bir tek çıkış kapısı olan tevbe; doğruya yönelip doğruda kalacağı sözünün verilmesidir. Nitekim insanlığın tası olan Hz. Âdem (as), hatasını itiraf edip doğruluğu tercih ettiği için affedilmiştir.
Onların doğrulukları sayesindedir ki; Âdem (as) affedilmiş, Musa (as)’ya deniz yol olmuş, İbrahim (as)’i ateş yakmamış, Yunus (as)’u balık boğmamış ve Muhammed (sas) hiçbir yaratılmışın ulaşamadığı makama erişmiştir.
“Rabbim! Gireceğim yere sıdk ile (doğrulukla) girdir ve çıkacağım yerden sıdk ile (doğrulukla) çıkar. Tarafından bana hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.” (İsra, 80)
*
Kanaat; mü’minin en güzel hazinesi olup, Allah Teâlâ’nın, dünya nimeti olarak takdir ettiği paya razı olmaktır.
Kanaatkâr olmak, kalp huzurunun başlıca sebeplerindendir. Zira bunda, Allah Teâlâ’nın takdirine rıza vardır. Öyle ki, kanaatkâr kalp; ilahi takdir ve taksimden, kendi payına düşen ile mutmain ve mutludur.
Kanaatin olmadığı kalbe hırs ve aç gözlülük hâkimdir. Elde olanla yetinmek; mutluluk ve huzur verirken; hırs ve aç gözlülüğün ise sonu olmadığı gibi insanı yakıp kavurur. Zira herkes aynı şeylere sahip olamaz. Asıl olan gönül tokluğudur. Gönlü doymayanın, gözünün doyması asla mümkün değildir. Allah Rasûlü (sas) buyurdular: “İslam hidayeti nasip edilen ve yeterli rızkı olup ona kanaat eden kimseye ne mutlu.” (Tirmizi, 2350)
Üstünlük ve huzur; Rabbin takdirine rızadadır. Çünkü bunda; imanda samimiyet, niyette ihlâs, ilahi emre itaat ve sırat-ı müstakime (dosdoğru olana) tabi olma vardır.
Sadii Şirazi, bir inceliğe dikkat çekerek şöyle der; “Hak Teâlâ’nın lütuf ve ihsan buyurduğu bahta ve rızka kanaat etmeyen kimse, Rabbini bilmemiş ve O’na itaat etmemiş olur.”
Kanaati kalbe yerleştirmek, ancak doğru olana tabi olmakla mümkündür. Zira doğru olmayan bir kalp kanaatkâr olamayacağı gibi, kanaatkâr olmayan kalpte doğruluğu bulamaz.
**
Kâmil bir sabır ile beraber, daimi şükür:
*
Sabır; Allah Azze ve Celle tarafından emredilenleri yapmada ve nehyedilenleri terk etmede karşılaşılan bela, musibet ve sıkıntılara tahammül etmektir. Sabır; kazaya rıza gösterip, nefsi şeraitin emrine hapsetmektir. Sabır; meşru olan şeyler karşısında boyun eğmektir. Meşru olmayan şeyler karşısında boyun eğmek, sabır olmayacağı gibi bilakis zillettir.
Sabrın mükâfatı konusunda Peygamber-i Zişan (sas) Efendimiz şöyle buyurdular; “Sabır ve tahammül gösteren kimseyi Cenab-ı Hakk sabırlı kılar. Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiç bir kimseye verilmemiştir.” (Tirmizi, Birr, 76)
En güzel ve kâmil manadaki sabır odur ki, sıkıntı, bela ve musibetten dolayı Rahman’ı kullarına şikâyet etmeden nefsini şeraitin emrine hapsetmesidir.
Enes b. Malik (ra)’ten rivayet edildiğine göre, Allah Rasûlü (sas) Efendimiz; çocuğunun mezarı başında feryat ederek ağlayan bir kadının yanından geçti. Ona:
“Allah’tan kork ve sabret!” buyurdu. Kadın:
“Çekil git başımdan; zira benim başıma gelen felâket senin başına gelmemiştir!” dedi. Kadın, Rasûlullah (sas) Efendimizi tanıyamamıştı. Kendisine, O’nun Rasûlullah (sas) olduğunu söylediler. Kadın bunu duyar duymaz Rasûlullah (sas)’ın kapısına koştu. Orada kendisini engelleyen herhangi bir kimse olmadığı için doğrudan Efendimizin huzuruna çıktı ve (özür dileyerek):
“Yâ Rasûlallah, Sizi tanıyamadım.” dedi. Allah Rasûlü (sas);
“Hakiki sabır, felâketin ilk anında gösterilendir!” buyurdular. (Buhari, Cenâiz, 32)
Mübarek isimlerinden birisi de; günahkâr kullarını cezalandırmaya gücü yettiği halde, cezalandırmada acele etmeyen anlamında ‘Sabûr’ olan Allah Teâlâ; kullarından kâmil olan sabrı istemektedir. Nitekim buyurdular: “Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153); “Allah, sabredenleri sever.” (Âl-i İmran, 146)
*
Şükür; nimetin gerçek sahibi ve vericisi olan Allah Teâlâ’yı unutmamak ve O’nun verdiği nimetleri, ancak O’nun razı olacağı yerlere harcamaktır. Görüldüğü gibi şükürde; kulluk şuuruna ermek, haddini bilmek, Rabbini tanımak ve O’nun emirlerine uymak vardır.
Şükrü terk eden kul, (hâşâ) Allah (cc)’a ihtiyacının olmadığını haykırmaktadır. Bu da dünyada nimetin telefine ve kul için bir azap vesilesi olmasına, ahirette ise Rahman’ın huzurunda başı eğip boynu büken bir zillettir. Rab Teâlâ uyarıyor: “Eğer siz iman eder ve şükrederseniz Allah size neden azap etsin? Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.” (Nisa, 147); “Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur.” (Lokman, 12)
Rahmet Nebisi (sas) buyuruyor: “Bir kimse, kavuştuğu nimeti her hatırlayışta, Allah’a şükrederse, Allah Teâlâ da, onun her şükrüne karşı yeniden sevap verir. Kim de başına gelen musibeti her hatırlayışta, “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn = Biz Allah içiniz ve muhakkak O’na döneceğiz” derse, Allah Teâlâ da her seferinde onun sevabını artırır. (Tirmizi)
Şükür azaptan kurtuluş vesilesidir. Pak neslin temsilcilerinden Hz. Ali (ra) şöyle demektedir: “Nimetlere şükreden, onun elden çıkacağından korkmasın. Nimete şükredenlere, onu artıracağını Allah Teâlâ bildiriyor. Nitekim kıymetini bilmeyip, nankörlük edenlerin elinden o nimet alınır. Nimetin kıymetini bilmemek onun elden çıkmasına sebeptir. Şükür ise onu devamlı kılar ve arttırır.” Allah Azze ve Celle buyuruyor: “Hatırlayın ki Rabbiniz; ‘Eğer şükrederseniz elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir’ diye bildirmişti.” (İbrahim, 7)
Şükrün mükâfatını, Pak Rasûl bizlere şöyle müjdeliyor: “Cennete ilk çağrılacak olanlar, bollukta ve darlıkta hep Allah’a şükreden hamdçılardır.” (Dârimî, Mukaddime, 2)
Allah Teâlâ kullarını hem sabır ve hem de şükür ile imtihan etmektedir. Zira sabır ve şükür; mü’min bir kul için ikiz kardeş gibidirler. Enes b. Malik (ra)’in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü (sas) şöyle buyurmuştur: “İman iki kısımdan müteşekkil bir bütündür; onun bir yarısını sabır, öteki yarısını da şükür oluşturur.” (Feyzu’l Kadir, 188/3)
“Allah’ım! Seni zikretmem, Sana şükretmem ve sana ibadetlerin en güzeliyle yönelebilmem için bana yardım et.” (Neseî, Sehv, 60)
**
Zühd İle Beraber, Daimi Fakirlik:
Zühd kelime olarak; güzel olana yönelmek, nazik ve ince olmak; elde olmayana rağbet etmemek ve aza kanaat etmek gibi manalara gelmektedir. İslami ıstılahta ise zühd; ahirette faydası olmayan şeyleri terk etmek; zevk-ü sefa ve lüks peşinde koşmamak; dünya ve dünyalıklara rağbet etmemektir.
Rasûlullah (sas) buyurdu: “Allah, kullarını zühdden daha güzel bir ziynetle süslememiştir.” (Kenzu’l Ummal, Kitabu’l Ahlak, 6137)
Zühd hayır kapısının anahtarıdır. Fudayl b. Iyaz (rh. a) şöyle demiştir: “Şer ve kötülüklerin tamamı bir eve konulmuş, anahtarı da ‘dünya sevgisi’ yapılmıştır. Hayrın tamamı da bir eve konulmuş, anahtarı da ‘zühd’ yapılmıştır.” (Beyhaki, Zühd, 434)
Allah Rasûlü (sas) buyurdular: “Zühd; seni yaratan Allah’ın sevdiklerini sevmen, sevmediklerini ise sevmemen; kendine acıdığın gibi Müslümanlara da acıman; haramlardan sakındığın gibi, seni ilgilendirmeyen konularda konuşmaktan da sakınman; bozulmuş ve iğrenç kokulu bir leşten kaçındığın gibi, çok yemekten de sakınman; ateşten uzaklaştığın gibi, dünyanın çer çöpünden ve ziynetinden de uzaklaşman, dünyadaki emelini kısa tutmandır.” (Kenzu’l Ummal, Kitabu’l Ahlak, 6188)
Zühd; mekârim-i ahlaktan olup; dünyadan ancak ihtiyaç giderecek kadar ve meşru ölçüler içerisinde istifade etmektir. Öyle ki; harama düşerim korkusuyla şüpheli şeyleri terk etmek bir yana, mubahlara bile titizlikle yaklaşmaktır.
Yeryüzünün halifesi kılınmış insan için, dünya-ahiret tamlamasındaki dengeyi Rab Teâlâ şöyle bildiriyor: “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma…” (Kasas, 77)
Zühd; kesinlikle dünyayı tamamen terk etmek değil, bilakis dünyaya esir olmayıp onu, kendini ahrete taşıyacak bir binek olarak kullanmaktır. Ebu Zer (ra) anlatıyor: “Rasûlullah (sas) efendimiz buyurdular ki; “Dünyada zahidlik; helal olanı haram etmek veya malı ziyan etmekle olmaz. Gerçek zahidlik; Allah’ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok güvenmen ve bir musibete düştüğün zaman getireceği sevabı sebebiyle, onun devamına rağbet göstermendir.” (İbn Mace, Zühd)
Zühd ehli kimseye; ‘zahid’ denilir ki, Allah Teâlâ’nın kendisinden razı olduğu ve Rasûlullah (sas)’ın da övgüyle müjdelediği kimsedir. Hallad (ra) anlatıyor: “Rasûlullah (sas) şöyle buyurdu: “Bir kimseye dünyaya karşı zühd ve az konuşma hasletlerinin verildiğini görürseniz ona yaklaşın (ve sözlerini dikkatle dinleyin). Zira o hikmet saçar.” (İbn Mace, Zühd)
*
Fakirlik; maddi yönden aslî ihtiyaçları karşılayamamak, kişinin kendisinin ve bakmakla mükellef olduğu kişilerin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli malı ve kazancı olmaması halidir. Miskinlik ise, fakirlikten daha zor durumda olup hiçbir geliri ve malı olmaması halidir.
İnanç, sabır ve azim sahipleri için fakirlik, kulu kurtuluşa taşıyan hayırlı bir binek gibidir. Nitekim Ebu Said el- Hudri (ra) der ki; “Miskinleri (fakirleri) seviniz! Çünkü ben Rasûlullah (sas)’ın şöyle dua ettiğini işittim: “Allah’ım! Beni miskin (fakir) olarak yaşat, miskin olarak öldür ve miskinlerle beraber haşret!” (İbn Mace, Kitabü’z- Zühd, 4126)
İsyan edip haddi aşmadıkça fakirlik, gıpta edilecek bir makamdır. Zira fakirlik, kulu şerlerin ve günahların işlendiği bir dünyadan, ahretin tarlası olan ve Rahman’a kulluk edilen bir dünyaya; dolayısıyla süfli bir hayattan ulvî bir hayata taşıyacak araçtır.
Allah Rasûlü (sas) şöyle buyurdu: “Benim gözümde kendisine en çok gıpta edilen mü’min; dünyada yükü hafif, namazdan nasibi fazla olan, rızkı kendisine yetecek derecede çok olmadığı halde Allah’a kavuşuncaya kadar buna sabreden, insanlar arasında parmakla gösterilecek derecede tanınmayan, musibeti dünyada iken verilen, ölümü çabuk, mirası ve ardından ağlayanı az olan kimsedir.” (İbn Mace, Kitabü’z- Zühd, 4117)
Allah’ım! Eğer imtihanımızdan bir soru olarak gelecek ise bizlere şükrünü eda edebileceğimiz bir zenginlik ve sabrını eda edebileceğimiz bir fakirlik ver. Seni unutturacak zenginlikten ve sana isyan ettirecek fakirlikten sana sığınırız.
**
Aç Bir Karın ile Beraber, Daimi Tefekkür:
Az yiyenler, az konuşanlar ve az uyuyanlar yüce dinimizce hep övülmüşlerdir. Şiddetle yasaklanan fazla yemek; ihtiyaç olmadığı halde ve tıka basa doyarcasına yemektir. Kastedilen açlıktan ve az yemekten murat ise; ölmeyecek kadar yemektir. Asla ölümü getirecek bir açlık emredilmediği gibi, çatlayacak kadar yemek de israf addedilmiş ve hoş karşılanmamıştır. Evlâ olan bu ikisinin ortası olup, beli doğrultacak kadar yemektir.
Yemekten murat; Allah Teâlâ’ya kulluğun icaplarını yerine getirecek takati bulmak için olmalıdır. Nitekim Rab Teâlâ buyuruyor: “Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’raf, 31)
Allah Rasûlü (sas) buyurdular: “Âdemoğlunun doldurduğu en kötü kap, midesidir. Yemek gerektiği zaman mide üç kısma ayrılmalıdır: Bir bölümünü yemekle doldurmak, bir bölümünü su ile doldurmak, bir bölümünü de devamlı boş tutmaktır.” (Tirmizi, Zühd, 47)
Açlık, nefse tahakküm ve kontrol altında tutmada en güzel yoldur. Zira aç ve susuz kalan nefsin şımaracak imkânı olmayacaktır. Böylece azgınlığı da terk edecektir. Hz. Aişe (r. anha) diyor ki: “Rasûlullah (sas)’tan sonra ortaya çıkan ilk kötü alışkanlık, insanların karınlarını doyurmalarıdır. Hâlbuki insanların karınları doyunca nefisleri azar ve dünyaya bağlanırlar.” (İ. Gazâli, İhya, 3/2424)
Pak Rasul (sas) uyarıyor: “Kalplerinizi çok yiyerek ve çok içerek öldürmeyiniz. Bir ekin tarlasını çok su bastığı zaman nasıl ekini çürütürse, kalplerde böyledir. Çok yemek ve içmekle kalpler de ölür.” (Dârimî, Vesâyâ, 1)
Açlık, Peygamberlerin ortak sünnetlerinden olup, ümmetlerine bıraktıkları miraslarındandır. Onun içindir ki açlık, Peygamberi sıfatlarla mücehhez olmada ilk adımdır. Zira açlık ilmin, hikmetin ve tefekkürün anahtarıdır. Allah Rasûlü (sas) buyurdu: “Giyininiz, yiyiniz, içiniz fakat midenizin yarıya kadar doldurunuz. Çünkü az yemek Peygamberliğin özelliklerinden bir parçadır.” (İ. Gazâli, İhya, 3/2408)
Tıka basa yemek; fikrin dağılmasına, şeytanın vesveselerine ve nefsin azmasına vesile olur. Bütün bunlar da mü’min bir kul için helak sebebidir. Rasûlullah (sas) buyuruyor: “Aç ve susuz kalarak nefsinize savaş açın. Çünkü bunun Allah katındaki mükâfatı, Allah yolunda savaşanın mükâfatı gibidir.” (İ. Gazâli, İhya, 3/2407); “Tefekkür etmek ibadetin yarısı, aç durmak da ibadetin tamamıdır.” (İ. Gazâli, İhya, 3/2408)
*
Tefekkür; fikir edinme, kafa yorma, ibret alacak ve faydalanacak şekilde derin düşünme, künhüne vakıf olma gibi manalara gelmektedir. Tefekkür; kulun iman, niyet ve amel dünyasını aydınlatan bir nurdur. Zira kalbin mutmain olmasına, nurlanmasına ve bir tek Allah (cc) için atmasına vesile olup, adeta kulun kalbini görmesidir.
Yüce Allah’ın nimetlerini tefekkür etmek, en faziletli ibadetlerden biridir. Peygamber efendimizin ilk ibadeti de tefekkür idi. Hira mağarasında, Cenab-ı Hakk’ın azametini ve nimetlerinin güzelliklerini tefekkür ederek, mana âlemlerine dalar, kalbi huşû ve tâzimle dolardı. Cenab-ı Hakk’ın emirlerine bütün varlığıyla itaat eden Rasûl-ü Ekrem (sas) efendimiz; susma halinin tefekkür olmasına, hayatı boyunca azami dikkati göstermiştir. (M. Çelik, Mekârim-i Ahlak, 1/439)
İnsanın özelliği ve üstünlüğü nedir ki, yaratılmış olan her şey onun emrine ve istifadesine verilmiştir? Bu değer kuldan değil, bilakis böyle takdir edip ve öyle yaratan Allah (cc)’tandır. Kula yaraşan odur ki, Rabbinin bahşettiği nimetleri her an tefekkür edip nefis muhasebesinde bulunmaktır. Örnek neslin öncülerinden Hz. Ömer (ra); “Bu gün Allah için ne yaptın?” derken işte bunu yapıyordu.
Allah Azze ve Celle, olgun mü’minlerin vasıflarını bildirirken; onların zikreden, tefekkür eden ve ibret alan akıl sahipleri olduklarını belirtmektedir. “O (mü’minler); ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler (ve şöyle derler): Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.” (Âl-i İmran, 191)
Tefekkür, Allah Teâlâ’nın zatında değil ancak O’nun yarattıkları üzerinde olmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ zihinlerde tasavvur olunamaz. İnsan idraki O’nu kavrayıp kuşatamaz. O’na sınır ve son düşünülemez. Çünkü Allah Teâlâ şekil ve sûretten münezzehtir. Her şeyi O yarattığı içindir ki, sonradan yaratılanlar O’nun zatını tefekkür hakkında aciz kalırlar.
Abdullah İbn Abbas (ra)’ın naklettiğine göre, bazı insanlar Allah (cc)’ın zatı hakkında tefekkür etmek istediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü (sas) şöyle buyurdular: “Siz Allah’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin. Zatı üzerinde düşünmeyin. Çünkü sizler Allah’ı hakkıyla takdir edemezsiniz.” (Kenzu’l Ummal, Kitabu’l Ahlak, 5703)
Tefekkür; kulu Rabbine ulaştırdığı sürece, insanı diğer yaratıklardan ayırıp, seçkin kılan insani bir özelliktir. Bu konuda Allah (cc) dostlarından pek güzel tespitler kaydedilmiştir.
Rasûlullah (sas) buyurdu: “Bir saat Allah’ın gücü, cenneti ve ateşi hakkında tefekkür etmek, bir geceyi namazla geçirmekten daha hayırlıdır.” (Kenzu’l Ummal, Kitabu’l Ahlak, 5708)
Ümmü Derda (r anha)’ya; “Ebu Derda (ra)’nın en fazla yapmış olduğu ibadet neydi?” diye soruldu. O da; “Tefekkür ve ibret almaktı.” dedi. (Abdullah İbn Mübarek, Kitabü’z Zühd, 286)
Hz. İsa (as)’nın şöyle dediği rivayet olunur: “Uyuması zikir, susması tefekkür ve bakışı ibret olan kişiye ne mutlu.”
Abdullah İbn Mübarek (rh a) anlatıyor: “Bir adam kabir ve çöplüğün yanında duran bir rahibe; “Ey rahip! Senin yanında dünya hazinelerinden ikisi duruyor, onlara bak da ibret al; insanların hazinesi ve mallarının hazinesi…” (İbn Kesir, c:4, sh: 1507)
**
Muttasıl (Devamlı) Havf (Korku) ile Beraber, Daimi Hüzün (Mahzuniyet):
Havf lügatta; korku, ürperti ve irkilme gibi manalara gelirken, İslami ıstılahta ise; Allah (cc)’ın sevmediği şeyleri işlemekten sakınmak anlamınadır.
Havfın gerçek manası odur ki; Allah (cc)’ın emrettiklerinde gevşek davranıp, yasakladıklarını işleme gibi hatalarla sevgiliyi üzüp incitme ve o’nun sevgisini kaybetme korkusudur.
Enes (ra) anlatıyor: “Rasûlullah (sas), ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti. Ona sordu:
“Kendini nasıl buluyorsun?” Genç;
“Ey Allah’ın Rasûlü! Allah’tan ümidim var, ancak günahlarımdan korkuyorum” diye cevap verdi. Bunun üzerine Rasûlullah (sas) şu açıklamayı yaptı:
“Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi; Allah o kulun ümit ettiğini mutlak verir ve korktuğu şeyden de emin kılar.” (İbn Mace, Zühd, 4261)
Kula yaraşan; nefsi günahtan çekecek derecede bir korkudur. Zira korkuda da aşırı gitmek ümitsizliğe götürür ki, bu büyük bir kayıp olur. Çünkü Rahman’ın rahmetinden ümit kesmek de mü’mini küfre düşürür. Rab Teâlâ buyuruyor: “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” (Yusuf, 87)
Verdiği nimetlerin heba olmaması, mü’min kuluna takdir ettiği nurun kararmaması ve kullarının helak olmaması için bizzat korkuyu emreden Allah Teâlâ’dır. O buyuruyor: “Siz eğer mü’minseniz ondan (şeytandan) korkmayın; benden korkun.” (Âl-i İmran, 175); “Yalnızca benden korkun.” (Bakara, 40)
Havfı terk eden insan; kendini Allah (cc)’a karşı müstağni görecektir ki, bu hal kişiyi hevasına kul olmaya ve dolayısıyla isyana götürür. Hâlbuki havf; nefsi firenler, şehveti kırar, kulun vicdanını harekete geçirir ve merhameti körükler. Allah (cc)’tan gayrilerinden gelen korkuları korkutur ve dünyayı eman yurdu kılar.
Bu konuda İbrahim Canan şunları söylemektedir: “İslam, insanı korku vasıtasıyla zalimlere esir olmaktan kurtarabilmek için Allah (cc)’tan korkmayı esas almış ve ruhlarda onu yerleştirmeye çalışmıştır. Bu korkunun gerçek manada girdiği kalplerde, insanlardan korkma olmaz. Böylelerinde dünyevî korkular, hakiki değil mecazidir. Bir nevi tedbirden daha öteye geçmez. İnsanların vicdan ve inanç dünyalarında istibdat kurmak isteyen ideolojik rejimlerin bütün güçleriyle İslam’a ve İslam dininin Allah korkusu prensibine saldırmaları bundandır. Kendileri, çeşitli vasıtalarla korkuyu hâkim kılmayı esas alıp bu maksatla putlarının en korkunç put ve resimlerini yaygınlaştırırken; “Allah’tan korkulmaz, Allah sevilir”, “Allah öcü değildir” gibi, mugalâta ve demagojilerle Allah inancına saldırmayı, Allah’tan korkma prensibini alay konusu yapmayı ısrarla yürütürler. İslam dininde Allah (cc)’ı hem sevmek ve hem de O’ndan korkmak esastır. Cenab-ı Hak; cemâli sıfatlarıyla sevilir, celâli sıfatlarıyla korkulur. Hayatı ve hayatın levazımını vermekle bizde tezahür eden rahmetleri ve lütufları sebebiyle Allah (cc)’ı sever; kulluk vazifemizdeki eksikliklerimiz ve isyanlarımız sebebiylede O’ndan korkarız. Allah (cc)’tan korkmamız Kur’an’ın emrine uymak içindir. Zira Kur’an Allah (cc)’tan korkmayı emretmekte; zalimler ve asiler için Allah (cc)’ın azabını, cehennemi haber vermektedir.” (İ. Canan, Kütüb-i Sitte, 5/313)
Hayatta tek sermayeleri korku olan zalimler, mü’minin gönlünde olan ve ancak sevgiden kaynaklanan bu korkuyu asla anlayamayacaklardır.
Mustafa Tuna
Misak Dergisi Temmuz 2012 sayı:260
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
HERKES YORUM YAPABİLİR,
siteniz veya bloğunuz yoksa ,profil seçin bölümünden Adı/URL yazan kısma tıklayın ,Ad yazan kısma adınızı ve soyadınızı yazın,
(yorumlarınızda iki isim kullanmanız,aynı isimle yazan diğer kardeşlerimizle karıştırılmamanız için önemli)
URL kısmını doldurmasanız da olur,yorumunuzu yazıp,
" YAYINLA "
yazısına tıkladığınızda yorumunuz gelir,ilginize çok teşekkür ederim.