"Mü'minin Yitiği - Neyi Kaybettiğini Hatırla
“O müminler ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah’a varır.” (Hac-41)
Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh'den rivayetle:
Nebî sallalahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
- "Yollarda oturmaktan kaçının!" Sahabeler:
- Biz buna mecbûruz. Meselelerimizi orada konuşuyoruz, dediler. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- "O halde yolun hakkını verin!" buyurdu.
- Yolun hakkı nedir Ey Allah'ın Resûlü? dediler.
- "Harama bakmamak, gelip geçenleri incitmemek, selâm almak, mârufu emredip münkerden nehyetmektir" buyurdu.
(Buhârî, Mezâlim 22; Müslim, Libâs 114; Ebû Dâvûd, Edeb 12; Tirmizî, İsti'zân 30)
Hakîm ve Habîr olan Allah Subhanehu ve Teala’ya hamd,
Allah’ın rasûlü, mü’minlerin önderi Muhammed Aleyhisselam’a salât,
Muhammedî yolda istikametini bozmadan dosdoğru bir şekilde yürüyen muvahhhidlere ise selam olsun…
…
Tarih; zamanın behri/bir asır vakti…
Mekân; arzın tam kalbi…
Saat; akrebin zehri, yelkovanın dehrine varmak üzere…
İnsan; hep hüsranda…
Ve bizler; imtihandayız…
Asr’a yemin olsun ki! İmtihan alanımız olan dünya hayatında an be an, anları yaşıyoruz. Evvelkiler bir süreçten geçti ya, bizler de bir süreçten geçtik. Ve yine, yeniden bir süreçten geçmekteyiz… Bir nehirden geçen Talut ve ordusu misali; sürecimiz imtihanımızdır bizim ve nehirlerin tam da kıyısındayız…
İçinden geçtiğimiz seküler süreçte ‘ne onduk, ne olduk’… ‘ne umduk, ne bulduk’… Mücadele için muhasebe ve murakabeye muhtacız…
“İlim; mü’minin yitiğidir”[1] emri gereğince, neyi kaybettiğimizi hatırlamak ve kaybettiğimizi bulmak zorundayız… Aramaktır dileğimiz. Biliriz ki; ‘aramakla bulunmaz, fakat bulanlar arayanlardır’…
“Biz” diyebilmek için, bizi konuşmaktır derdimiz… Derdimiz, dersimizdir…
Biz kimiz, kimin nesiyiz?
Tanınmak için dersimizi, buyurun Allahu Azimüşşan’dan almaya:
“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz.”
(Al-i İmran 110)
En hayırlı ümmet olmak…
Kimliğimizi, bundan daha net ifade eden bir ibare var mıdır bilmem? Kendini ifade edebilmek için türlü cambazlıkların yapıldığı şu demde ilahî uyarıyı dikkate almalı…
Kendimizi ifade sadedinde, ayeti daha bir dikkatle okumalı… Biz en hayırlı ümmetiz…
En ile başlayan tanımlara rağbetin arttığı bir dönemdeyiz… Önder olmak değil önde olmak; makamına değer katmak değil, makamından değer almak revaçta… Herkes kendince lider, rehber, otorite… Hevesler tanımaya değil, tanınmaya yönelik… Böyle bir zeminde, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın emrini daha bir dikkate almakla felah bulabiliriz…
En hayırlı ümmet olmak…
Dünyevi kültürün en’leri ile zihnimizin lağvedildiği muhakkak… Sentetik, sahte, sathi, keyfiyetten ziyade kemiyete, kaliteden ziyade sayıya, takvanın yanı sıra başarıya yönelik bir en anlayışı, en’ini bulma teşebbüsü… Tam bu noktada, ilahî çağrı bizi kendi en’ine çağırır…
Tüm sentetik en’lerin bizim için engel olduğunu, enimizi de boyumuzu da ‘Rahmana has kullar’a yaraşır biçimde inşa etmemizi salık verir…
“Allah’ın boyası... Allah(ın boyasın)dan daha güzel boyası olan kimdir?”
(Bakara 138)
En hayırlı ümmet olmak…
Şartları, gereği, gereksinimleri de olacaktır elbet… Hem gereği düşünülmeden, en hayırlı ümmet olmak iddiası neye kifayet eder ki?
En hayırlı ümmet olmak; bir üstünlük iddiası, bir övünmece değil bedel gerektiren bir eylemdir… Ayetin siyak ve sibakı da, bize bunu öğretir. Ayeti bütüncül aldığımızda adeta şunu okuruz:
“siz şu şu vasıflara sahip olduğunuz müddetçe, en hayırlı ümmet olarak kalırsınız.”
İşte; En hayırlı ümmetin hayr olan vasıfları, lazım-ı gayr-ı mufarık’ı:
Ø Allah’a iman etmek
Ø Emr-i bil’ma’ruf nehy-i ani’l münker…
Allah subhanehu ve teala’ya iman; tevhidin gereği, ümmet olmanın değil Müslüman olmanın ön şartı…
Emr-i bil’ma’ruf nehy-i ani’l münker; en hayırlı insanların bir araya gelerek oluşturduğu en hayırlı ümmetin parolası… Adeta “bu vasfınız yoksa, size ümmet olmak da yok” demektedir ayet… Zaten asıl konuşmak istediğimiz, yaralı olduğumuz alan burasıydı.
"İyiliği emredip kötülükten sakındırmak"...
Basit bir ikaz değil, bir fariza... Olmadığında olmayanlardan... Malûmdur ki İslamî davetin kafire sunulmasına 'tebliğ' mü'mine sunulmasına "emr-i bi'l ma'ruf nehy-i anil münker” diyoruz.
Müslim olduk diye yanılmayacak, sapmayacak değiliz elbet. Yanılsak da bizi düzeltecek bir ümmet var bileceğiz bunu...
"Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır."
(Al-i İmran 104)
Emr-i bi'l ma'ruf; mü'minler arası diyalog... Kardeşin, kardeşe kardeşçe tavsiyesi...
Emr-i bi'l ma'ruf; bir kardeşlik adımından öte bir kardeşlik aşısıdır... Ufkunu misak-ı millî sınırlarına has çizenlere inat; yüreğinin çeperlerini olabildiğine geniş tutmaktır...
Nehy-i anil münker; elinle, olmadı dilinle, o da olmazsa kalbinle müdahalede bulunmaktır.
Kardeşlik, kardeşin cehaletine susmak yahut kızmak olamaz. Müdahil olmayı gerektirir.
Evvelce de ifade ettiğimiz gibi ‘en hayırlı ümmet olan’ın vasıflarıdır bunlar.
Şöyle bakın halimize; yahu biz bir ümmet miyiz?
Elbette...
İçinde bulunduğumuz girdapta, didişmeler- itişmelerimizle, küfre kara sevdalı mü’minlere ise katı duruşumuzla,
Biziz en hayırlı ümmet(!)
Hadsiz sloganlarımız, çözümsüz söylemlerimiz, mücadelede çözülmüşlüğümüzle,
Bizden iyisi Şam’da kayısı(!)
Şaibeli tutumumuz, kardeş katlimizle, kendi gemimizi kurtarma telaşemizle,
Biz hep hayr üzereyiz(!)
Ümmeti terk edişimiz, emr ve nehyi unutuşumuz, cihada olan korkumuzla,
Sahi biz en hayırlı ümmet miyiz?
Ne hale geldik Allah’ım!
Hani, iyiliği emredip kötülükten sakındıracak ve böylece en hayırlı ümmet olacaktık. “Dostları kırmayalım” diye diye nerelere kadar geldik böyle. Kimileyin açık açık günahı savunur olduk farkında mıyız?
Aklî bir kardeşlik tanımı oluşturup içini cürmümüzle doldurduk.
Sahi kardeşlik söylemleri ne kadar ciddi düşündük mü hiç? Kardeşin derdiyle dert bulmadan, günahıyla içimiz kararmadan, yanlışından nehyetmeye uğraş vermeden, bu nasıl bir kardeşlik iddiası böyle? Kardeşlik edebiyatı içinde kardeşin(!), küfür ve şirk'ine dahi müsaade eder olduk. İfrat tefritini doğurunca tekfire kızıp tepkisiz kaldık…
“Yeter ki kardeşlik bozulmasın” öyle mi?
Kardeşlik bozulmasın diye, kardeş saydığımızın ateşe yuvarlanmasına sessiz kalalım öyle mi?
Kapitalizm bizi bizden ayırdı. Mesafeler daralsa da aramızda uçurumlar türüyor. Kapitalist kardeşlikte, her koyun kendi bacağından asılıyor. Liberalizmin tanımında ‘emr ve nehy’e zaten yer yok. “Kim kime dum duma” bir telakki şimdilerde moda olan. “Taktın sepeti koluna, herkes kendi yoluna” demenin İslamîliğini düşündük mü?
Şu halimiz, Yahudileşme vebasını andırıyor korkarım.
Peygamber (sav) şöyle buyurur: "İsrailoğulları bir kısım günahlar işlemeye başlayınca âlimleri onları bu işlerden menettiler. Ancak onlar dinlemediler, vazgeçmediler. Zamanla âlimler de onlarla oturmaya, dayanışmaya ve beraber yemeye içmeye başladılar. Allah da bunun üzerine, berikinin dalaletini öbürüne katarak, biriyle diğerinin küfrünü artırdı. Onların kalplerini birbirine benzetti.
‘İsrailoğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!’ (Maide 78-79)
Hayır, nefsimi kudret elinde tutan Zat'a yemin ederim ki, iyiliği emredip kötülüklerden men etmezseniz siz de hayr üzere olamazsınız ". [2]
Yahudileşme belirtileri, iyice hissedilir oldu... Daha düne kadar münker saydıklarımız, bugün ilklerimizden oldu. Maruf kabul ettiklerimize tevbe etmeye başladık.
Ve Allahu azimüşşan kalplerimizi birbirimize benzetti. İçinde bulunduğumuz şu girdabın, çözümsüzlüklerin müsebbibi emr ve neyhi unutuşumuz değil mi sizce?
Peygamber(sav) şöyle buyurur:
"-Ya iyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız. Ya da pek yakında Allahu azimüşşan’dan size bir azab gelir. Sonra (Azabını kaldırması için) O'na dua edersiniz de, dualarınız kabul olmaz." [3]
Söyler misiniz, başımıza melik-i adudların oturması, yüzde bilmem kaçı Müslüman olan bir ülkede kâfir kanunlarla idare edilişimiz, haramların helallerin yer değiştirilişi vs. bize azab olarak yetmez mi? Münker mi, budur münker… Nehyedilecek ilk münker…
Münkere karşı tavrımız nedir? Münkerin sistemleştiği, güvenlik güçlerince korunduğu, allanıp pullandığı, dallanıp budaklandığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Kötülüğe yalnızca ‘kalb ile buğz’ yeterli mi sizce?
Sondan başa doğru bir münkeri nefyetme çabası, nereye götürür bizi.
Tevhidin ikamesi, batılın izalesi için nehy-i ani’l münker... Münkerin nehyine karar verecek, güzel adamlara ne kadar da muhtacız. Bakın bir halimize; münker aldı başını yürüdü. Yalnız küfrün kelamından değil mü'minlerin kaleminden de zaman zaman münker damlamakta... Tağutların bir asırdır yapamadıklarını, bir çırpıda beceren allemelerimiz(!) de var artık... Ne örtümüz kaldı, ne harem selam. Hırsızın eli, zaninin recmi, faizin nefyi derken, ortada şeriat adına adeta bir kuş kaldı. Yahut da şeriat yıllar evvel kurulmuş da haberimiz olmamıştı(!)... Ebu cehillere dahi dudak uçuklatıp tahrife kapı açan te'vil çabaları, muhaddis ve fakih edasıyla ekran ekran bildiriler dağıtmakla sonuçlanan fıkh teşebbüsleri, en cahil sofilere dahi taş çıkaracak meşreb tevessülleri gün be gün meydanı işgal etti…
Bırakın tağutu reddetmeyi, adını duysa kaçacak delik arayanlar sünneti, icmayı bir çırpıda reddetti. Münkeri nefy ve nehyetmesi gerekenler, adım başı münker üretti... Bu dine müdahale dıştan değil içerden geldi hep. Dışı kimilerini korkutsa da "dışı seni yakar, içi bizi" usulünce dıştan müdahaleye karşı koyanlar içten içe müdahaleyi kanıksadılar... Etrafınıza dikkatle bakın; Firavun’un müdahalesi mi yoksa Samiri’nin mücadelesi mi, daha dişe dokundu? Dünden bugüne ne ‘Türkçe ezan’, ne de ‘Türkçe Kur'an’ muhabbeti kaldı. Fakat zalimlerin zulmüne karşı duranlardan bir o kadar zenb, bid'at, fısk ve küfür yayıldı... Laik putlara karşı çıkarak meydanlara inenler, ilk iş olarak kendi putlarını meydanlara, duvarlara, olmadı kalplere diktirdi. Oysa put her daim puttu. Her türlüsüyle reddetmeliydi mü'minler. “Babamın putu dahi olsa kırarım hiç korkmadan" demeyi öğretmişti İbrahim(a.s) inananlara...
Birbirimize bağrımızı açıp uyaramaz olduk. Her nehy girişimi, tekfircilikle yaftalanır oldu. Cemil Meriç’in deyimiyle “ışık görünen her yeri ‘yangın var!’ diyerek söndürmeye koşanlar” söndürdü umudlarımızı… Münkeri nefyeden değil; münkere kılıf bulan, olmadı savunan bir kişilik türedi. Kendini “La yuhti” gören hocaefendilerin “la raybe fih” konumundaki sözleri (!) ışığında emr-nehy hepten unutuldu. İslam’ın devlet olmadığı toplumlarda manevi “Hisbe” kurumu olması gereken “içimizden bir topluluk” çok zaman bulunamadı. Bulunsa da kabul görülmedi. Devrin halifesine bir gömleğin hesabını soranlar, yamulursa kılıçları ile düzeltenler nerede; nerede bir bildiği vardır diyerek hakkı emretmekten geri duranlar…
Nerede “ben yanıldığımda düzeltmezseniz siz de hayr yoktur, uyardığınız da düzelmezsem ben de hayr yoktur” diyen hasbîler; nerede “hesap sorulmaz”, “hesab vermez” hesabî adamlar?
İmam malik(r.aleyh)’in deyimiyle “Rasulullah(a.s) hariç, herkesin sözü alınır veya atılır .” değil miydi? Hatada hikmet aramak yahut hatayı savunmak değil, hataya tevbe etmekti bize düşen…
Yanılmalar, yamulmalar bu raddedeyken yüreğini eline alıp yanlışı reddedecek, reddiyeler yapacak yiğitler hiç çıkmadı değil. Ve dahi bu yamulmalar bugüne has da değil... İslam kadim geleneği, bize yanılmanın olduğu yerde müdahil adamların da olacağını öğretir.
Sahabenin, yüz yüze kaldığı fitneye karşı tavrı bir reddiyedir. Riddet, Sıffin, Tahkim kavramları bir reddedişten başka ne ola ki?
Hz. Aişe(r.a)’nin kimi sahabenin eksik ve yahut yanlış rivayetlerine yönelik eleştirisi, Ebu zer(r.a)’in duruşu, Abdullah b. Mesud(r.a)’un bidatçilere tavrı reddiyat kabilindendir.
Abdullah b. Mübarek(r.aleyh)’in “ey Allah’ın rızası içün yüzünü toprağa gömen adam!” diyerek cihadı furuat olarak görenler için yazdığı “Kitab’ul Cihad”ı reddiye cümlesindendir.
İmam Azam(r.aleyh)’ın İbn-i ebi’lLeyla’ya, mürcieye, cehmiyyeye reddiyesini görmek için “el’Fıkhu’l ekber”e bakılabilir. İmam Buharî’nin “Ebu Hanife’yi “Küfe’li bir adam” diyerek eleştirisi malûmdur.
Sonraki nesilden İmam Ahmed’in mutezileye, Allame Tahavî’nin hadisçilere reddiyesi meşhurdur. İbn-i ebiş’Şeybe Musannefinde “Ebu Hanife’ye Reddiye” şeklinde bir bölüm açmıştır.
Gazali’nin cahil sufilere ve felsefecilere reddiyesi mahiyetinde “El İhya” ve “et’Tehafüt”ü; İbn-i Rüşd’ün buna mukabil “Tehafüt’üt Tehaffüt”ü yazdığını biliyoruz.
İbn-i Teymiyye(rahimeullah)’nin eserlerinde çeşitli ilim adamlarına reddiyeler yazdığını, ibn-i Abidin’in “Reddül Muhtar”ının başlı başına bir reddiye olduğunu okumaktayız. Sofilere istinaden Kelabadi’nin risaleleri, Birgivinin “Tarikat-ı Muhammediye”si kabule şayandır.
Şehid Seyyid Kutub’un felsefeyi İslam zannedenlere “İslam Düşüncesi”, Mevdudî’nin çeşitli grublara yönelik reddiyeleri cihetinden “ erResail vel Mesail”i, Şeyh Makdisi’nin İbn-i Baz ve ekolüne karşı sözleri çağdaş reddiye örnekleridir.
Yaşadığımız coğrafyada ise; Merhum Asım Köksal’ın, “Caetani’ye Reddiye”si, Merhum Molla Sadrettin Yüksel’in “Makaleler”i, Mehmet Bayraktar’ın modernist bir güruhun yayınladığı İslam kitabına karşı hazırladığı “İslam’ın Gerçeği” eseri, peygamber(a.s)’ı postacı yahut sıradan bir adam görme heveslisi kimilerine karşı, Alaaddin Palevî’nin kaleme aldığı “Peygambersiz Bir Din/akılcılık akımlarına reddiye”si, son olarak Mehmet Emin Akın’ın “Te’vilden Tahrife”si...
Cürufu cevherden ayırmak için hadis ulemasının yöntemi Cerh-tadil’i de bu cümleden değerlendirsek yeridir. Kelam ve akaid kitaplarının yazılış gayesi de reddiye değil midir?
Görüldüğü üzere reddiye nefyedilmesi gereken bir münker değil, münkeri nefyeden bir maruftur. Malûmdur ki; cahil saptığında kendi sapar, âlim saptığında bir ümmeti saptırır. Âlim saptığında onu düzeltecek bir ümmet olmazsa tevhid gemisi karanlık günlerde nasıl yol alacak?
"Allah'ın sınırlarını koruyanlar ile bunları aşan kimseler; kur’a sonucunda bir kısmı geminin güvertesine bir kısmı da alt kata yerleşen gemi yolcularına benzerler. Su ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli üst kata uğramak mecburiyetinde olan alt kattakiler: ‘Biz bulunduğumuz yerde bir delik açsak ve yukarıdakilere hiç dokunmasak’ derlerse ve yukarıdakiler de bunları arzularına göre bırakırsa hepsi helâk olur. Onları engellerlerse hepsi kurtulur."[4]
Reddiyeden kasıt muhatabı küfürle itham etmek değil; kardeşlik hukukunun bir gereği olarak uyarmaktır.
Bid’at ehli hep ister ki; istedikleri telden çalıp kendi kafalarından şeriat vazetsinler. Mücahid âlimler onları uyardığında hemen vaveyla koparır, yaygarayı basarlar. Onlar isterler ki kimse kendilerini düzeltmesin ve onlardan fetva sorsunlar; kendileri de istedikleri haltı, istedikleri tabaktan istedikleri kaşıkla yiyeler… Onlar unuturlar ki; Allah Subhanehu ve Teâlâ hayata müdahildir. Ve onların ektiği şer tohumlarını ortadan kaldıracak yiğitler halkeder. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir…
Karanlığın koyulaştığı, hak ehlinin dahi hakkı batılla boca ettiği, dinin içinden oymaya uğraş verenlerin çoğaldığı şu ülkede; şayet reddiyeler yazan birileri varsa hakikat güneşi sönmemiş, Ebuzer’ler ölmemiş demektir.
Toparlayacak olursak hülasa-i söz;
Evvelen; İslam bir reddediştir. Giriş kapısı olan tevhid cümlesinin başındaki “lâ” ibaresi bu reddedişi özetler.
Saniyen; reddiye bir tekzib, tekfir ve tazyif değil, teakkul ve teyakkuz çağrısıdır.
Salisen; reddiye kültürü İslam medeniyetinin yitik malıdır ve emr-i bi'l ma'ruf nehy-i anil münker kurumunun işlerlik kazanmasıdır.
Evet, reddiye islam toplumunun emniyet sibobudur. Kurdun kuzu postuyla dolaştığı, batılın suret-i haktan göründüğü, putların açık arttırmayla satışa sunulduğu, hurafenin ibadet- ibadetin furuat diye takdim edildiği, âlimlerin cahil ve terörist- cahillerin âlim kabul edildiği şu günlerde bu reddedişe her zamankinden daha fazla muhtacız.
Reddiye kültürüne bir katkı;
“Kaleme ve satır satır yazdıklarına yemin olsun ki!” ben zalimin zulmünden, hainin hinliğinden, cahilin gafletinden beraberimdekilerle berîyim…
Allah subhanehu ve Teâlâ şahidim olsun ki! Reddiyeler yazıyorum. Ben beşerî düzenleri, adım başı (tapıncak olsun için) put düzenleri, haddi aşan tağutları, kimin adına olursa olsun meydanlara dikilmiş tüm putları, zalimlerle bir olup mü’minlere zulmedenleri, kendi tahtlarına(tağutların kendilerine layık gördüğü koltuklara) kurulup İslamcılık oynarken işkenceler altındaki mü’minleri görmezden gelenleri reddediyorum.
Ve bir reddiyeye davet ediyorum!
Şahid ol Allah’ım!
Şahid ol Allah’ım!
Şahid ol Allah’ım!"
[1] Tirmizi, İ. Mace, Kuzaî, Deylemî
[2] Tirmizi, İ. Mace, E. Davud
[3] Tirmizî, E.Davud
[4] Buharî, Müslim, Tirmizî
ALİ SAYIN-MEVZİ DERGİSİ
Mevzi Dergisi yayın hayatına yeni başlamış çok müstesna bir dergi,yayınlanan yazılar ilme dayalı aydınlatıcı uyarıcı yazılar,yukarıdaki makalede bunlardan birisi,
YanıtlaSilmü'min olarak halimizi çok doğru analiz etmiş,yazandan da yayınlayanlardan da Rabbim razı olsun,bizleri de Münkere karşı tavır alıp tağutu reddedenlerden eylesin(amin).
ÇOK GÜZEL PAYLAŞIM CANIM.
YanıtlaSilELLERİNE SAĞLIK..
İYİLİKLER KALBİMİZİN ELÇİSİ
MELEKLER EVİMİZİN BEKÇİSİ
GÜZELLİKLER KADERİNİZİN ÇİZGİSİ OLSUN...
CUMAN MÜBAREK OLSUN...
mevzi dergisine yayın hayatında başarılar dilerim.allah razı olsun paylaşım için...
YanıtlaSil"Allah subhanehu ve Teâlâ şahidim olsun ki! Reddiyeler yazıyorum. Ben beşerî düzenleri, adım başı (tapıncak olsun için) put düzenleri, haddi aşan tağutları, kimin adına olursa olsun meydanlara dikilmiş tüm putları, zalimlerle bir olup mü’minlere zulmedenleri, kendi tahtlarına(tağutların kendilerine layık gördüğü koltuklara) kurulup İslamcılık oynarken işkenceler altındaki mü’minleri görmezden gelenleri reddediyorum.
Ve bir reddiyeye davet ediyorum!
Şahid ol Allah’ım!
Şahid ol Allah’ım!Şahid ol Allah’ım!"